8 Ekim 2008

Bir Gezinin Ardından

28 Eylül 2008 Pazar günü Kosova’nın başkenti Priştina havaalanındayız.Tam bir hayal kırıklığı. Herşey gri, yorgun bir şehir. 10 km daha batıya gidip Sultan I. Murat’ın Kosova Meydan Muharebesi’nde şehit olduğu yerde bulunan türbeye ulaşıyoruz. Ardından panoramik şehir turu yapıp Osmanlı’nın 15. yy’da inşa etmiş olduğu eserleri gördükten sonra, Priştina’nın 80 km kuzeyinde, Şar Dağlarının batısında kurulmuş bir Türk şehri olan Prizren’e geçiyoruz. Balkanların göbeğinde buram buram Türkiye kokan bir şehir burası. Safranboluyu anımsatıyor görünüşü. 120 bin kişilik nüfusu olduğu sanılıyor, Türkler ağırlıkta. Ortasından büyükçe bir dere geçiyor. Üzerinde köprüler, yamaçlarda camiler, inci gibi dizilmiş evler. Öğle yemeğinde yörenin meşhur yemeklerini tadıyoruz. Et ağırlıklı, çünkü buranın nefis doğasında büyütülen hayvanların eti farklı ve lezzetli. Moladan sonra 90 km uzaklıktaki Makedonya’ya hareket ediyoruz.


Üsküp’de geceledikten sonra, sabah şehri tanımaya çalışıyoruz. Makedonya'nın başkenti Üsküp eski Yugoslavya'nın önemli kültür, sanat, tarih merkezi.Yahya Kemal, Memet Akif Ersoy ve Mustafa Kemal Atatürk'ün dedesi Hakkı Efendi gibi büyük sahsiyetlerin çıktığı topraklar. Vardar nehri şehrin ortasından geçiyor ve köprülerle süslenmiş. Modern caddeleri, Arnavut Kaldırımları, Cafeleri ile kaymaçinasi, simit pogaçasi, paçası, böreği ile meşhur. Arnavutu, Makedonu, Türkü, Sırpı, Boşnağı 500 yıl Osmanlı kültürü ile harmanlanan bir medeniyet. Yaşayan bir şehir. Makedonya nefis bir doğaya sahip. Dağ evleri tarzında yapılmış bahçeli şirin evler, tertemiz bahçeler ve envai çeşit bitki ve çiçeklerle donatılmış balkonlar, verandalar çoğunlukta, sevdim bu ülkeyi. Öğleden sonra yollara düştük yine, Kalkandere (Tetova)’da Alaca Camii, Saat Camii ile Harabat Tekkesini gördük ve devam ettik. Üsküp’den hareket ederek 170 km mesafedeki Ohrid'e, ormanlarla kaplı dağların ve derin vadilerin arasından geçen düzgün fakat dolambaçlı yollardan, iki saati aşkın bir yolculuk sonrasında akşam saatlerinde, ortasından Dirim ırmağı geçen, Ohri gölü kıyısında, şirin mi şirin bir turistik şehir olan Struga’ya ulaştık.


Struga kentinde yaklaşık 1962 yılından beri kesintisiz sürdürülen "Uluslararası Struga Şiir Akşamlarına” bütün dünyadan şairler davet ediliyor. Ertesi gün Resne’ye doğru yola çıktık. Yolun iki tarafıda elma bahçeleri ile bezenmiş muhteşem bir doğa içerisinde yolculuktan sonra, İttihat ve Terakki'nin en önemli üç simasından biri olan Resneli Niyazi Bey'in sarayını ziyaret ediyoruz. Ardından 45 dakika mesafedeki Manastır (Bitola) kentine gidiyoruz.


Burası bizim için çok önemli. Atatürk'ün mezun olduğu Askeri İdadi'yi ve Atatürk Müzesi'ni inceledikten sonra gözyaşları ile ayrılıyoruz. Bitola Shirok sokağında yaptığımız yürüyüş sonrasında Elveda Rumeli dizisinin oyuncularının kaldığı otelde mola verip kahve içiyoruz. Dinlenmenin ardından Ohrid’e doğru yola devam ediyoruz. Ohrid UNESCO tarafından korumaya alınan, deniz düzeyinden 695 metre yükseklikte ve 349 km 2 'lik bir alanı kaplayan olağanüstü bir göl.


"Pastrmka" dedikleri, somon kıvamında ve lezzetindeki pembe alabalıkla (gerçekten eti pembe renkteydi) öğle yemeği ziyafeti çektikten sonra, Ohrid turu esnasında , Ohrid Camii, Türk Çarşısı, Haydar Kadı Camii, Yeni Camii, Bedesten, İshak Bey Camii, Hamam, , Roma Dönemi Antik Şehir kalıntısı, Keraklea Lynketis, Saat Kulesi, Aya Dimitri Kilisesi, Ayasofya Kilsesi, Aya Klement Manastırı, Aya Kaneo Kilisesi, Aya Pantelejmon Kilisesi, Samoil Kalesi ,dünyaca ünlü kağıt yapma ve baskı atölyesini gördükten sonra, Ohrid Gölü üzerinde yarım saatlik bir tekne gezintisi yapıyoruz. Gezi bitiminde çarşının içerisindeki göl manzaralı Cafelerde kahvemizi içerek günü bitiriyoruz.

Sabah çok erken Arnavutluğa hareket ederek, Durres’de kısa bir moladan sonra Tiran’a ulaşıyoruz. Tiran çevresi dağlarla kaplı, bir çanak gibi; Ortada Trakya kasabasına benzeyen ağaçlıklı bir kent, çevresinde tepeler. Tiran'ın ortasında da bir İskender Meydanı var.



Enver Hoca zamanında tüm dünyada Arnavutluk denilince TV’lerde gösterilen tek yer bu meydanmış.Yol boyunca ve tüm tepelerde 800 bin sığınak yaptırmış; düşman mutlaka buraya saldıracak ama, Arnavut halkı direnecek diye empoze etmiş.Halk, ‘Düşman ha bu gece, ha yarın sabah ’ diyerek yıllarca tedirgin yaşamış. Dini yasaklamış ama ibadethaneleri yoketmemiş, depo, ahır vs gibi amaçlarla kullandırmış. Öğle yemeğinde Sevgili Nino'nun tavsiyesi ile Jubenilja Castle adındaki kale’ye benziyen bir lokantada Pizza yedik.


Aynı gün uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Karadağ’ın (Montenegro) sahil kenti Risan’daki deniz manzaralı TEUTA otelinde geceledik.

Dalmaçya kıyıları muhteşem, farklı bir doğa, iklim, herşey tertemiz ve yeşil. Sabah sahildeki Budva eski şehir’i hayranlıkla adım adım gezdikten sonra Karadağ’ın Güneybatısındaki sahil kenti Kotor’a gittik. Burası tam bir sayfiye beldesi, Ruslar hala denize giriyor, mayolarımızı almadığımıza pişman olduk.


Öğleden sonra Hırvatistan’ın UNESCO tarafından “Dünya Kültür Mirası Listesi”nde bulunan Dubrovnik şehrine ulaştık. Dubrovnik iki bölümde görülebilir. Birincisi surların içindeki ortaçağ kenti, diğeri ise surların dışında kalan ve modern çağa ait Dubrovnik. Lord Byron, Agatha Christie, Bernard Shaw gibi Batı düşün ve edebiyat dünyasının ünlü isimlerinin anlatımlarında övgüyle anılan bir şehir Dubrovnik. Shaw, “cennette bir yer” diyor Dubrovnik için. Gerçekten de, Dubrovnik’in surlarla çevrili mermer kaplı caddeleri, merdivenleri, birer sanat eseri olan çeşme ve sarayları, kiliseleri, manastırları insana adeta bu kadarı da çok fazla dedirtecek kadar görkemli. Hiç abartısız, bu şehir yaşayan bir ortaçağ kenti!


Tüm yapılar kullanıma açık, yaşıyor. Sadece seyirlik olmaması, içinde yaşayan insanların günlük hayatlarını sürdürüyor olmalarına rağmen bu özelliklerini yitirmemesi, tahrip edilmemesi kelimenin tam anlamıyla bizi şaşkına çeviriyor. Hele şehrin surlarına çıkıp yaşamı yukarıdan seyretmek, tarihi gözümüzün önünde canlandırmaya çalışmak, Akdeniz’den seferden dönecek gemileri bekler gibi uzun uzun enginlere dalmak insanı yaşadığı günden koparıp tarihin derinliklerine götürüyor. Yine bir cafe’de güneşi batırıyoruz. Ertesi gün seyir tepesinden Ortaçağ kentini fotoğraflayıp Bosna Hersek’e doğru hareket ediyoruz. Buralara tekrar gelmeliyim,acelesiz dolaşmalı, iyice sindirmeliyim diye düşünüyorum.

Sahil boyunca devam ederken önce Hırvatistan topraklarından Bosna-Hersek Cumhuriyeti topraklarına, oniki kilometre kadar ilerledikten sonra yeniden Hırvatistan'a giriliyor. Neretva nehrinin Adriyatik Denizine döküldüğü yerde oluşturduğu geniş ovalık alandan sağa dönüp Mostar'a doğru yöneldiğinizde iki kilometre kadar nehir boyunca içeriye doğru ilerlediğinizde yeniden Hırvatistan topraklarından çıkarak Bosna-Hersek topraklarına giriliyor. Allahtan bu giriş çıkışlardaki kapılarda pek zorlanılmıyor. MOSTAR Nehir boyunca elli kilometre kadar sonra ama biz önce yol üzerindeki ilk Türk Köyünü daha sonra da Balagay tekkesini ziyaret ediyoruz.


Mostar'ın Blagay köyüne yakın olduğu için Blagay tekkesi adıyla da bilinen bu Halveti tekkesinin 550 yıllık bir tarihi varmış. Evliya Çelebi'nin de uğramadan geçmediği bu tekke Buna nehrinin kaynağının hemen yanına yapılmış. Çok huzur verici, akarsuyu ve doğasıyla çok beğendiğimiz yerler arasında yerini aldı.Mostar’a öğleden sonra ulaştık.


Neretva Nehri üzerinde 30 metre uzunluğundaki Köprü Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayrettin tarafından 1566’da yapılmış. Bildiğiniz gibi savaş sırasında Hırvat topçuları tarafından defalarca vurulmuş, Türkiye’nin de büyük yardımları ve müthiş bir uğraşla köprüyü yeniden yapmışlar. Heryer Osmanlı kokuyor, benzer yemekler, evler, dar sokaklar, çarşılar. Yabancılık çekmiyorsunuz hiç. Köprüde atletik yapılı bir Mostar’lı genç geleneksel atlayışını yaptı. Evlenecek erkeğin cesaretini kanıtlamak için düğünde Mostar Köprüsü'nden atlama geleneği de hala devam ediyor. Ancak, bu geleneğin, yöredeki gençler için son yıllarda para kazanma amaçlı kullanılmaya başlaması hepimizin dikkatini çekiyor.
Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuktan sonra nihayet gezimizin son durağı Saraybosna’ya varıyoruz. Çok büyük katliamların yaşandığı, acıların çekildiği hüzünlü bir şehir.


Hala duvarlarda mermi izleri, yıkık, yanmış evler, binalar bulunuyor. Çoğuna hiç el değmemiş. Ilıca Termal otelde konakladıktan sonra sabah Şehitliğe doğru yola çıktık. Yağmur hüzne eşlik etti sanki. Ardından Başçarşı’ya ulaştık. Başçarşı tamamen Osmanlı yapısı bir eser. Başçarşı’da gezerken İstanbul, Bursa, İzmir’de gezermişçesine bir havaya kapılıyorsunuz. Bakırcılar çarşısı ve diğer çarşılar bizimkilerin aynısı. Başçarşı Savaşta tamamen yıkılmış. Gazi Hüsrev Begova Vakfı tarafından yeniden inşa edilmiş. Osmanlı buralarda 150 ye yakın han yapmış. Bunlardan sadece bir tanesi bugün ayakta. Çoğu bu çarşının etrafında olan Pazar yeri, kütüphane, müze, cami vs eserleri tek tek dolaşıp ardından Han’da çay kahve molası veriyoruz.
Son gün Saray Bosnada’ki en önemli park ve savaş sırasında kahramanların 4 ayda oluşturduğu Tüneli gezip, sorunsuz, dostluklar kurulmuş, telefonlar adresler alınmış bir şekilde ülkemize dönüyoruz.

Uzunca bir gezi oldu, toparlayabildiklerim bunlar. Fırsatınız olursa Karadag ve Hırvatıstanı tavsıye edıyorum.Hepınıze sevgıler...

9 yorum:

Şirin dedi ki...

Harika bi gezi yazısı... Bundan daha iyisi nasıl yazılabilirdi ki diye düşündüm inan... Üstelik benim bi ata yanımda Priştina olduğundan daha bi dikkatli okuamay çalıştım ama inan tadı damağımda kaldı yazının ve de gezinin... Dönüp dönüp kimbilir kaç kez daha okuyacağım...Gören gözlerine, gezen ayaklarına, duyan kuaklarına ve güzel yüreğine sağlık Nazlıcığım... tabiii bize bu yazıyı hiç üşenmeden yazan ellerini de unutmadım... Ellerin dert görmesin!

[ fiкяiмiи iиcє güℓü ] dedi ki...

Bu uzun ve güzel geziyi sayende yapmış kadar oldum. Ne kadar güzel yazıp resimlemişsin.

NuR dedi ki...

Sevgili Nazlım, bu güzel gezi için senin adına mutlu oldum, yeni seyahatler ve hikayeleri tez gelsin dileklerimle, teyzemi ve seni öptüm canım.

Adsız dedi ki...

Hoşgeldin canım. Gezdiğin yerleri o kadar güzel anlatmışsınki gezmiş kadar oldum. Fotoğraflardan çok güzel yerler olduğu belli, bizimle paylaştığın teşekkürler.

Damak Tadı dedi ki...

Nazlı'şım bizde seninle oraları yad etmiş olduk canım..))Senin adına çok mutlu oldum canım..))Oraları beğenmene de çok sevindim..))

Öpüyorum yanaklarından..Sevgilerle..

Serra dedi ki...

Tam sonbahar doneminde guzle bir gezi olmus, ben de giderim umarim. Lite kabariyor, tatil sinirli. :(

Tijen dedi ki...

Harika olmuş bu iş. Çok sevindim oraları görmene. Benim de bu yaz niyetim vardı ya gidemedim. Bir gün dilerim fırsat olur.

one ben bir sey dedi ki...

Nazlışım,
Bilgisayar arızası yaz gelişleri geri dönüşleri derken yazmakta geciktim ....Bu gezi müthiş olmuş benimde bir yanım priştina olduğundan pek bir dikkatli dolaştım satırların arasında ve içime sindire sindire okuyup gitmiş kadar olayım dedim...Ben de hep gideyim diyorum ama bir türlü olmuyr kısmet ....
sevgilerimle

Adsız dedi ki...

Your blog keeps getting better and better! Your older articles are not as good as newer ones you have a lot more creativity and originality now keep it up!